5. Ünite – Dinlerde İnanç

sefadmin
Haziran 29, 2018

Dinlerde İnanç

1. Tanrı İnancı

Yazılı kaynaklar ve arkeolojik bulgular, tarih boyunca herhangi bir tanrı inancına sahip olmayan bir toplum bulunmadığını göstermektedir. Yaratılıştan günümüze kadar, insanların bir kısmı tek, bir kısmı da birden fazla tanrı inancına sahip olmuştur. Tek tanrıcılığa monoteizm, çok tanrıcılığa ise politeizm denilmektedir. Çok tanrıcılığın hâkim olduğu inançlarda genellikle tanrıların içlerinden biri, en büyük tanrı kabul edilmiştir. Nitekim ilkel kabile dinlerinde bile totemist, animist inançlar, büyü ve atalar kültü yanında bir de yüce tanrı anlayışı vardır.

Tek tanrılı dinlerde tanrı, zaman ve mekân ötesi bir varlıktır. Her şeyi o yaratmıştır. Yaratılmış hiçbir varlık ona benzemez. Onun eşi ve benzeri yoktur. İslamiyet ve Yahudilik, tek tanrılı dinlerin en somut örnekleridir. Çok tanrılı dinlerde ise bazen tanrıların sayısı binleri, hatta milyonları bulur. Nitekim Şintoizmde milyonlarca tanrı bulunmaktadır.

1.1. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyette Tanrı İnancı

Yahudilik, aynı kaynaktan gelen İbrahimî dinlerin en eski olanıdır. Yahudi kutsal kitaplarında iman esasları ile ilgili kesin bilgi olmayışı Yahudiler açısından problem olarak görülmüştür. Yahudiliğin inanç esasları konusunda din bilginleri tarafından çalışmalar yapılmıştır. Fakat Yahudi bilgini Musa bin Meymun’a (1135- 1204) kadar bu faaliyetlerden bir sonuç alınamamıştır. Musa bin Meymun, Yahudiliği savunmak için Müslüman ve Hristiyanlara karşı İslamiyetteki “amentü”ye benzeyen on üç maddelik iman esası belirlemiştir.

Yahudilik, tek tanrı inancına önem verir. Tevrat’ta konuyla ilgili olarak, “Dinle ey İsrail! Allah’ımız Rab, bir olan Rab’dir.” denilmiştir. Yahudiliğe göre tanrı hiçbir yaratılmışa benzemediği için asla resmi ve heykeli yapılamaz. Onun adı gereksiz olarak zikredilemez. İbadet yalnızca ona yapılır. Tanrı’nın Elohim ve Yahve şeklinde iki tane ismi vardır. Elohim onun gazap tarafını, Yahve ise rahmet tarafını ifade eder. Yahudiler, Tanrı’nın isimlerini söylemekten çekinirler. Bu yüzden ona “Ha-şem ve Adonay” diye seslenirler. Yahudilere göre Tanrı Yahve (Yahova) Yahudileri diğer insanlardan üstün yaratmıştır.

Hristiyanlık, Yahudilikten doğmasına rağmen ondan oldukça farklı bir tanrı inancına sahiptir. Hristiyanlar tek tanrıya inandıklarını söylemekle birlikte Hz. İsa ve kutsal ruhun da tanrı olduğunu kabul ederler. Onlara göre aynı özden türeyen üç tanrı vardır. Buna teslis (trinite/üçleme) denir. Teslis; baba, oğul ve kutsal ruhtan oluşur. Hristiyanlar teslisi, “üç kişilikte tek bir Tanrı”nın varlığı olarak ifade ederler. Üç ayrı varlığın tek bir varlık olarak açıklanması akli olarak mümkün değildir. Bu nedenle Hristiyanlar bu konunun ancak imanla idrak edilebileceğini söylerler.6 Bazı Hristiyan teolog (ilahiyatçı)lar ise baba tanrı dışındaki tanrısal varlıkları mecazi kabul ederek tek tanrı anlayışını savunurlar. Ne var ki bu yaklaşım Hristiyanların kutsal kitaplarına terstir. Bundan dolayı da genel kabul görmemiştir.

Hristiyanlıktaki teslis anlayışının birinci unsuru olan baba tanrı; ezelî, ebedî, her şeye güç yetiren, her şeyi bilen, her şeyi yaratan ve merhamet sahibi bir varlıktır.

Teslisin ikinci unsuru ise oğul İsa’dır. Oğul İsa, baba tanrının insan bedenine geçmiş kelamıdır. Dolayısıyla oğul İsa, baba tanrıyla aynı cevherden olan tanrıdır. Günümüzdeki Hristiyanların çoğunluğuna göre baba tanrı, insanlara olan sevgi ve merhameti sebebiyle onların arasında İsa’nın bedenine girerek (hulul) Mesih İsa şeklinde bulunmuştur. İsa, Tanrı’yla insanlar arasında yegâne ara bulucudur. O, çift tabiatlı bir varlıktır. Bir anneden dünyaya gelmesi sebebiyle bir insan, baba tanrının çocuğu olması hasebiyle tanrıdır. İsa, insanlığın Hz. Âdem’den beri devam eden asli günahlarını bağışlatmak için bedenini feda etmiştir. Böylece onun insan olan tarafı çarmıhta son bulmuştur. Fakat ilahî yönü devam etmektedir. Ona kulluk, baba tanrıya kulluktur.

Teslisin üçüncü unsuru kutsal ruhtur. 381’de yapılan İstanbul Konsülü’nde kutsal ruhun da tanrı olduğu ilan edilmiştir. Böylece Hristiyan inancının temelini teşkil eden teslis tamamlanmıştır. Kutsal ruh, baba tanrı ile aynı özden olmakla beraber mahiyeti farklıdır. O, diğer iki tanrı gibi ezelî olup insanların kalbinde ve evrende yaşayan tanrının kendisidir. Baba tanrı bütün işlerini onunla yapar ve kudretini onunla gösterir. O, ayrıca insanları iyiliğe yönlendirerek kötülüklerden uzak kalmalarını sağlar.

İslam’ın iman esasları Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette açıklanmıştır. Ayrıca Peygamberimizin hadislerinde de iman esasları bir arada zikredilmiş ve bunlara Müslümanların amentüsü denilmiştir. İmanın ne olduğunu soran bir kimseye Peygamberimiz şöyle cevap vermiştir: “İman Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerri Allah’ın yarattığına inanmaktır.” İslam’ın iman esasları oldukça sade ve anlaşılır niteliklere sahip olup evrenseldir.

İslamiyet, tanrı inancı konusunda tek tanrıya inanmaya büyük önem vermiş ve bu inancı tevhit olarak isimlendirmiştir. İslam’a göre hiçbir noktada yaratılmışlara benzemeyen Allah, meydana gelen her şeyin sebebi ve yaratıcısıdır. Hiçbir konuda onun ortağı yoktur. Onun bilgi ve kudreti dışında hiçbir şey meydana gelmez. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Kur’an’da yaratıcının özel ismi Allah olup onun çeşitli yönlerini gösteren sıfat isimleri vardır. Bunlara Esmaü’l-Hüsna ( Güzel İsimler) denir.

İslam’daki tek tanrı anlayışına en yakın din Yahudiliktir. Fakat Yahudilikte yer yer antropomorfist (insan görünümlü) tanrı tasvirleri görülmektedir. Yahudilikte tanrı için kutsal kitaplarında, dinlenme,8 bahçede gezinme,9 pişman olma,10 görünme11 gibi ifadeler kullanılır. İslam bu yaklaşımları asla kabul etmez. Zaman ve mekândan münezzeh olan Allah, diğer varlıklarda bulunan bu gibi özelliklerden uzaktır. Ayrıca Yahudiliğin yaratıcısı, millî bir özelliğe sahiptir.12 Diğer insanlara karşı Yahudileri her zaman korur. Oysa İslam’a göre Allah, herkesin ilahı olup kulları arasında ırka dayalı bir ayrım yapmaz.

İslam, tanrı inancı konusunda Yahudilik gibi Hristiyanlıktan da ayrılır. Hristiyanlık üçlü tanrı anlayışını kabul ederek monoteizmden uzaklaşmış ve politeizme yaklaşmıştır. Bazı mezhepler dışında Hristiyanlar kilisede oğul tanrıya ait resimler bulundurarak bunlarla saygı göstermişlerdir. Bu yaklaşım tarzını Yahudilik ve İslamiyet reddetmiştir. Kur’an, Hristiyanlıkta savunulan tanrının İsa’nın bedenine enkarnasyonunu da reddeder. İslam’a göre Allah, zaman ve mekândan münezzeh olan, müteal (aşkın) bir varlıktır.

İslam’ın Allah anlayışı deistlerin tanrı anlayışıyla da uyuşmaz. Deistlere göre evreni yüce bir tanrı yaratmıştır. Fakat bu yaratıcı, insanların işlerine karışmaz. Onlara akıl vermiş ve iyi ile kötüyü birbirlerinden ayırmalarını istemiştir. İslam’daki yaratıcı dinamiktir. Evrendeki hiçbir olay, onun yaratıcılığı olmadan açıklanamaz. Kullarına kendi aralarından peygamberler göndermiş, onları dünya ve ahiret konusunda aydınlatmıştır. O, her an kullarının yanındadır.

İslam, panteizmin tanrı anlayışını da reddeder. Panteizme göre tanrı, tabiattaki herşeyin içinde bulunmaktadır. Tabiattaki her şeyin içinde tanrı bulunmaktadır. Tabiatın dışında bir tanrı yoktur. İslam’a göre tabiatta bulunan her şey Allah’ın eseridir. Fakat Allah evrenin bir parçası değildir. O, bütün varlıkların ötesinde bir varlıktır. Evrendeki her şey onun varlığına ve birliğine delil olmakla birlikte onun keyfiyeti bilinemez. Çünkü sonlu bir varlığın, ezelî ve ebedî bir varlığı tam olarak idrak edebilmesi imkânsızdır.

1.2. Hint ve Doğu Asya Dinlerinde Tanrı İnancı

Hinduizmin tanrı tasavvuru açık ve net değildir. Hinduizmin kutsal kitaplarında, birçok tanrının isim ve görevlerinden bahsedilir. Bundan dolayı Hinduizm çok tanrılı bir din olarak tanımlanmıştır. Tanrıların en üst tabakasını, yaratıcı tanrı Brahma, koruyucu tanrı Vişnu ve cezalandırıcı tanrı Şiva oluşturmaktadır.

Hinduizmde bu tanrılar dışında da pek çok tanrı bulunmaktadır. Bununla birlikte Hinduizmin kutsal kitapları olan Vedalarda, tek tanrı inancını ifade eden cümleler de bulunmaktadır. Örneğin Rigveda’daki “Onu, İndra, Mitra, Varuna ve Agni diye çağırdılar. Bilgeler onu farklı isimlerle çağırsalar da hakikat birdir.” ifadesi Hinduizmin
tek tanrı inancına işaret eder. Ayrıca Vedalarda tanrı Brahma’nın ezelî ve ebedî, zaman ve mekândan münezzeh, doğurulmamış, insanlar tarafından idrak edilemeyen bir varlık olduğundan da bahsedilir.

İslam bilgini Biruni’ye göre Hinduizmde aydınların ve halkın din anlayışı birbirinden farklıdır. Brahmanlarda tek tanrı anlayışı mevcuttur. Onlara göre tanrı hiçbir varlığa benzemeyen bir varlık olup onun her şeye gücü yeter. Oysa halk pek çok tanrıya inanır ve onların heykellerini yapar. Biruni’ye göre Hint Kıtası’nda ilk önce tevhidî bir din anlayışı mevcutken zaman içinde meydana gelen yozlaşmayla çok tanrılı din tasavvuru ortaya çıkmıştır.

Hinduizme tepki olarak ortaya çıkan Budizm, tanrı konusuna ilgisiz kalmıştır. Fakat Buda’nın tanrı inancını reddettiğini gösteren bir bilgi de yoktur. Budizmin üzerinde odaklandığı konu, insanın acı ve ıstıraplarından kurtularak nirvanaya ulaşmasıdır. Buda, Hinduizmde bulunan antropomorfist tanrı inancına ve tanrıların heykellerinin yapılmasına karşı çıkarak17 tanrı adına yapılan heykellerin kırılmasını istemiştir. Ne var ki sonraki
yüzyıllarda bazı Budistler, Buda’nın heykellerini yaparak onu tanrı kabul etmişlerdir. Bu durum özellikle Mahayana Budizminde açıkça görülür. Bu mezhebin yaygın olduğu ülkelerde çeşitli tanrı tasavvurları bulunmaktadır. Onlara
göre Buda, tanrı veya tanrıların en büyüğüdür. Budizmin diğer mezhebi Theravada, tanrıyla ilgilenmemektedir. Tanrı konusundaki bu belirsizlik nedeniyle Budizmin tanrısız bir din olduğu görüşünde olanlar vardır.

Hinduizm kökenli diğer bir din de Caynizmdir. Bu din, evrenin bir yaratıcısı olduğunu kabul etmemekle birlikte tanrıların varlığını benimser. Caynistlere göre tanrısal varlıklar, güçlerine göre göklerin çeşitli tabakalarında
otururlar. Bazı tanrılar uzun ömürlü olmakla birlikte ölümsüz değildir. Gökler âleminin üstünde bir yer daha vardır ki burada kurtulmuşlar oturur. Bu makam, tekrar dünyaya gelme zahmetinden kurtulanlar içindir.

Hint Kıtası’nda, Hinduizm ve İslam’ın sentezinden meydana gelen Sihizm, monoteist bir dindir. Sihlere göre Allah vardır ve birdir. Bununla birlikte Tanrı ölümlü olan insan tarafından tam olarak idrak edilemez. Allah, varlığının
fark edilmesi için insana akıl ve anlayabilme yeteneği vermiştir. Allah, her yerde hazır ve nazırdır. Her şey onun varlığını gösterir. Sihler, Tanrı’yı “Nam”,”Rama” ve “Allah” diye isimlendirirler.

Lao-Tzu’un düşüncesinin temeli, mistik bir panteizmdir. Taoist ahlak zühde dayanır. Tao, dünyayı yöneten sebeptir, insan onu bilmelidir. Tao, âlemden önceki yaratıcı prensiptir. O, görülemez, işitilemez ve kavranılamaz. O, ezelî
ve ebedîdir, kendiliğinden vardır. Her şeyi yaratan ve besleyen odur, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Başka güçlerle rekabet etmez. Dolayısıyla insanlar da Tao gibi rekabet ve hırstan uzaklaşırlarsa iyi bir hayata sahip olurlar. Tao, bazen “ana” diye de isimlendirilir. Çünkü her şey ondan gelir. Tao’dan bir, birden iki (Yin ve Yang), ikiden üç (Yin, Yang ve Nefes) doğar. Üçten ise evren yaratılır. Taoizmde Tao ile beraber bir de “te” kavramı vardır. Te, Tao’nun tabiattaki her şeyi değiştiren gücüdür. Bütün varlıkları Tao meydana getirir. Te ise onları besler, büyütür, madde olarak şekil verir, kuvvetini tamamlar. Bundan dolayı bütün varlıklar Tao’yu yüceltir ve Te’ye değer verir.

Lao-Tzu’dan sonraki yıllarda Taoizmin tanrı anlayışında büyük değişiklikler meydana geldi. Bu
din, yayılma esnasında Çin’de varlık gösteren Budizm ile büyük bir rekabete girişti. Fakat Taoizme
inananlar Budizm’le ilişkilerinde onların çok tanrılı din anlayışının etkisinde kalarak evrenin ilahlarla
dolu olduğu sonucuna ulaştılar.

Japonların millî dini olan Şintoizm, politeizmin hâkim olduğu dinlerdendir. Bu dinde politeist tanrı anlayışı yanında animist tanrı inancı da mevcuttur. Tanrı ve ruh gibi varlıklar “Kami” kelimesiyle ifade edilmiştir. Şintoistlere göre dünya, birbiri üzerinde duran üç tabakadan oluşur. Bunlar gök, yer ve yer altıdır. Her üçünde de tanrılar oturur. Ancak yer altında ölüler ve devler bulunur. Şintoistlere göre birçok Japon adası tanrıların evliliğinden doğmuştur.22 Japonya’da tanrıların sayısı milyonlarla ifade edilir. Dağ, ırmak, ağaç, gök gürültüsü, rüzgar ve ateş ilahları olduğu gibi her çeşit meslek sahibinin de bir ilahı vardır. Hemen hemen her nesne bir ilaha bağlıdır. Bununla birlikte en büyük tanrı Amaterasu (Güneş Tanrıçası)’dur. İmparatorun soyunun ondan geldiğine inanılır.

Eski Türk dinleri de Doğu Asya din grubuna girmektedir. Çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Türk boyları çeşitli din anlayışlarını kabul etmişlerdir. Uygurlar Mani dinini, Hazar kıyısında bulunan Hunlar Museviliği, Bulgarların bir
kısmı ise Hristiyanlığın Ortodoks mezhebini benimsemiştir.

Geleneksel Türk dinleri ile ilgili açık bir bilgi bulunmamaktadır. Orhun Abideleri gibi geç dönem yazılı kaynaklarda ise monoteizmin izlerine rastlanmaktadır. Şurası da bir gerçek ki tarih boyunca Türklerin hayatında tanrı, merkezî
bir öneme sahip olmuştur. Türkler, her zaman “yüce tanrı” anlayışını öne çıkarmışlardır.

Doğu Asya dinlerinden bir diğeri de Zerdüştlüktür. Ari ırktan olan eski İranlılar, Zerdüştlüğü kabul etmeden önce kendileriyle aynı ırktan olan Hindularla aynı inancı paylaşıyorlardı. Zerdüşt, İranlılara tek tanrı esasına dayalı bir din öğretti. Zerdüşt’ün getirdiği anlayışa göre tanrı yüce ve bir olup maddi bir yapıya sahip değildir. Ahura Mazdah, merhametli, her şeyi bilen, her yerde hazır olan ve değişmeyendir. Sonraki dönem Avesta yazılarında, iyi olan şeylerin Ahura Mazdah, kötü olan şeylerin ise şeytani kuvvet olan Ehrimen, diğer adıyla Angra- Mainyu tarafından yaratıldığı belirtilmektedir. Ehrimen, emrindeki şer kuvvetlerle evreni kaplamıştır. Bu anlamda iyilik tanrısı ile kötülük tanrısı arasında amansız bir savaş sürmektedir. Bu savaşın sonunda Ahura Mazdah galip gelecek ve evren nurla dolacaktır. Bu ikili tanrı anlayışına dualizm (seneviyye) denir.

2. Peygamber ve Din Kurucusu İnancı

İnsanların inandıkları dinlerin kaynağı ya vahye ya da insan düşüncesine dayanmaktadır. Vahiy kaynaklı dinlerde Allah, insanlardan seçtiği peygamberlerle dini insanlara ulaştırmıştır. Bazı insanların düşünceleri de zaman içinde dinî bir şekil kazanmış ve insanlar tarafından benimsenmiştir. İnsan kaynaklı bu dinlere beşerî dinler denir ve isimlerini kurucularından alır. Beşerî dinler, kurucusu sayılan kişilerin görüşleriyle şekillenmiştir. Bu dinlerden çoğunun kurucusu bilinmekle birlikte Hinduizm, Şintoizm ve ilkel kabile dinlerinin din kurucuları bilinmemektedir. Vahye dayalı dinlerin kaynağı Allah’tır. Peygamberler Allah’tan aldıkları vahyi kendi görüşlerini katmadan insanlara tebliğ ederler. Onlar, dinin nasıl yaşanacağı konusunda insanlara örnek olmuşlardır. Bu yönüyle beşerî dinlerin kurucusu sayılan insanlarla peygamberlerin konumları farklıdır.

Peygamber inancı, İslam’ın iman esaslarındandır. Kur’an’da, Müslümanların bütün peygamberlere iman ettiği açıkça vurgulanır. Bakara suresinin 285. ayetinde konuyla ilgili olarak şöyle buyrulur: “Peygamber, Rabb’i tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabb’imiz, affına sığındık! Dönüş sanadır.’ dediler.”

Müslümanlar, Yahudi ve Hristiyanların yaptığı gibi peygamberler arasında ayrım yapmazlar. Her bir peygamberin Allah katında diğer insanlardan daha değerli olduklarına inanırlar. Ne Yahudilerin peygamberlere büyük günah isnat etmelerini28 ne de Hristiyanların Hz. İsa’yı tanrılaştırmalarını kabul ederler. Hz. İsa, diğer insanlar gibi Allah’ın bir kulu, diğer peygamberler gibi de Allah’ın bir elçisidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu husus şöyle açıklanır: “İsa şöyle dedi: Ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı.

Yahudilerin kutsal kitaplarında inanç esasları belirtilmemiştir. Bununla birlikte onlar da peygamberlere iman ederler. Fakat Hz. İsa ve Hz. Muhammed’i peygamber olarak kabul etmezler.

Hristiyanların kutsal kitaplarında da peygamberlere iman konusunda belirleyici bir ifade bulunmaz. Bu nedenle Hristiyan olmak için peygamberlere iman zorunlu değildir. Bununla birlikte onlar Yahudi peygamberleri kabul ederler. Hristiyanlar Hz. Muhammed’i peygamber olarak kabul etmezler. Ayrıca Hz. İsa da onlara göre bir peygamber olmayıp teslisi oluşturan unsurlardan Tanrı’nın oğlu konumundadır.

Bu üç İbrahimî dinin dışında, MÖ 6. yüzyılda İran’da ortaya çıkan Zerdüştlükte de peygamberlik inancı bulunur. Zerdüşt’ün bir peygamber olduğuna inanılır. Tanrı Ehrimen ona Avesta isimli kitabı indirmiştir.

2.1. Hz. Musa

Hz. Musa, Yahudilere göre en büyük peygamberdir. Onun bu öneminden dolayı Yahudiliğin
bir adı da Museviliktir. Kabul edilen anlayışa göre Hz. Musa, MÖ 1250’li yıllarda yaşamış olup Levi kavmindendir. Tevrat’a göre Hz. Musa İsrailoğullarının Mısır’daki esareti sırasında doğmuştur. Onun doğduğu yılda, İsrailoğullarından doğacak bir çocuğun firavunun hâkimiyetini sona erdireceği kehaneti yayılmıştır. Bunun üzerine firavun tarafından erkek çocuklar öldürtülmüştür. Allah’tan aldığı ilhamla Hz. Musa’nın annesi onu bir sepet içinde Nil Nehri’ne bırakmış ve çocuk, firavun (II.Ramses)’un kızı tarafından bulunarak saraya getirilmiştir. Hz. Musa’nın
kız kardeşi, saraya gelerek çocuğu emzirmesi için bir kadın bulabileceğini söylemiştir. Firavunun kızı, bu teklifi kabul edince çocuğun öz annesi saraya gelerek çocuğunu emzirmiştir.

Hz. Musa’nın çocukluk dönemiyle gençlik döneminin bir kısmı sarayda geçti. Bu süreçte İsrailoğulları Mısırlılar tarafından hor görülüyordu. Hz. Musa bir gün bir Mısırlının bir Yahudiyle kavga ettiğini gördü. Kendi ırkından olan kimsenin yardım istemesi üzerine olaya karışan Hz. Musa hata ile Kıpti’yi öldürdü. Bunun üzerine Mısır’ı terk ederek Midyan ( Kur’an’da Medyen)’da bulunan bir kâhin (Kur’an’da Şuayp peygamber)33in yanına sığındı. Onun yanında uzun zaman
kalan Hz. Musa, onun kızlarından biriyle evlendi.34 Onun sürülerini otlatırken Tanrı onu Horep’te
peygamber seçti ve İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarmasını istedi.35 Harun’u da ona yardımcı verdi.
Musa ve Harun, firavuna gelerek İsrailoğullarını Kenan diyarına götürmek istediklerini, bunun Allah’ın emri olduğunu söylediler. Firavun ve onun etrafında bulunan kimseler Hz. Musa’nın çağrısına olumsuz karşılık vererek
onu toplum düzenini bozmakla suçladılar. Firavun, Hz. Musa ve Hz. Harun’u insanların gözünde küçük düşürmek istiyordu. Bu nedenle onlardan mucize göstermelerini istedi. Harun (Kur’an’da Musa) değneğini atınca yılan oldu. Bunun üzerine firavun, meşhur sihirbazlarını çağırdı. Onlar da değneklerini attılar ve onların değnekleri de yılan oldu. Fakat Harun’un yılanı onların hepsini yuttu. Sihirbazlar ve firavun böylece büyük bir yenilgiye uğradı. Firavun ve yanındakiler inatlarına devam ederek onlara izin vermedi. Daha sonra Hz. Musa’nın bahsettiği bazı felaketlerin
meydana gelmesiyle firavun, Hz. Musa’nın İsrailoğullarını götürmesine izin verdi. Hz. Musa başkanlığında İsrailoğulları giderlerken firavun, görüşünden dönerek onları takip etmeye koyuldu. Onlar mucizevi olarak Kızıldeniz’den geçiyorlardı ki firavun da askerleriyle onları takip etti. Fakat Kızıldeniz’in eski şeklini almasıyla firavun ve ordusu boğuldu.

Hz. Musa, İsrailoğullarını firavunun zulmünden kurtararak Filistin (Kenan) bölgesine getirdi. Orada İsrailoğullarının özgür bir toplum olarak dinlerini yaşamalarını sağladı. Fakat Kur’an’ın beyanına göre Hz. Musa, kavmi tarafından devamlı zor durumda bırakıldı. O, Sina Dağı’nda Rabb’inden vahiy aldığı sırada kavmi Samiri adlı kişinin yaptığı puta tapınmaya başladı.

Yahudilere göre Hz. Musa’nın getirdiği din nesholmamıştır. Kendinden sonra İsrailoğullarından gelen peygamberler ona gelen dine herhangi bir şey eklemeksizin veya ondan bir şey çıkarmaksızın onun dinine uymuşlardır. Onlara göre esasında Allah, Hz. Musa’nın dininin dışında bir din göndermemiştir. Sonuç olarak Yahudilere göre Allah, dini insanlığa Hz. Musa kanalıyla öğretmiştir. Kendinden önce gelenler onu müjdelerken sonra gelenler ise ona gelen dini tebliğ etmişlerdir.

2.2. Hz. İsa

Hz. İsa, miladi takvimin başlarında, Filistin’in Nasara kasabasında, Yahudi soyuna mensup olarak doğdu. Kur’an ve İncillere göre Hz. İsa’nın doğumu babasız olarak gerçekleşti. İncil’e göre Meryem bu sırada Yusuf ile nişanlı olup Hz. İsa’nın mucizevi şekilde doğumu Allah tarafından kendisine bildirilmiş ve o da hanımına sahip çıkmıştır.

Yahudiler, Hz. İsa’nın babasız olarak dünyaya gelmesini kabul etmediler ve Meryem’i iffetsizlikle itham ettiler. Hz. İsa’nın beşikte iken konuşması gibi mucizeleri de onların görüşlerini değiştirmedi. Hz. İsa’nın çocukluk ve gençlik dönemleriyle ilgili İncil’de ve Kur’an’da fazla bilgi yoktur. Hristiyanlar, Hz. İsa’nın akrabası vaftizci Yahya (Yahya Peygamber) tarafından vaftiz edilerek otuzlu yaşlarda tebliğe başladığını kabul etmektedir.

Hz. İsa’nın tebliğ faaliyetleri, o günkü otoriteleri rahatsız etmiştir. Özellikle Yahudi din adamları, onun din anlayışından ve mevcut Yahudiliğe yaptığı eleştirilerden büyük bir rahatsızlık duymuşlardır. Onu engellemek amacıyla bağlı bulundukları Roma idaresine onu şikâyet etmişlerdir. Bu süreçte Hz. İsa ve ona tabi olanlar (havariler) gizli tebliğ yapıyorlardı. Hristiyanlığa göre havarilerden biri olan Yahuda İşkariyot, Hz. İsa’ya ihanet ederek onların yerlerini Romalı idarecilere bildirmiştir. İşkariyot, Yahudi din adamlarını Hz. İsa ve arkadaşlarının saklandıkları yere götürerek Hz. İsa’nın Romalı askerlerce yakalanmasını sağlamıştır. Hz. İsa yargılanmış ve Romalı Vali Pilatus, Yahudi din adamlarının ısrarı sonucu onu cezalandırmıştır. Hristiyan inancına göre Hz. İsa, Kudüs’te çarmıha gerilerek öldürülmüş ve akşama doğru gömülmüştür. Tanrı’nın iradesiyle pazar sabahı dirilmiş ve kırk gün havarilerin arasında yaşamıştır. Daha sonra göğe yükselerek baba olarak isimlendirdiği Tanrı’nın sağına oturmuş ve Hristiyan cemaati koruması için kutsal ruhu onlara göndermiştir.

Hristiyanlara göre Hz. İsa, doğumu ve hayatındaki olağanüstü bazı durumlardan dolayı diğer insanlardan farklıdır. O, Allah’ın oğlu konumunda bir tanrıdır. O, bir peygamber değildir. Hristiyanlığın bugünkü şekliyle oluşmasında başrolü oynayan Pavlus ise bir peygamber konumundadır. Çünkü onun, tanrı İsa’dan vahiy aldığına inanılır.

İslam, Hz. İsa’nın doğumu ve tabiatı konusunda Hristiyanların görüşlerini kabul etmez. İslam’a göre onun babasız olarak dünyaya gelmesi Hz. Âdem’in babasız ve annesiz olarak doğmasına benzer. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanır: “Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol!’ dedi. O da hemen oluverdi.

Müslümanlar Hz. İsa’nın babasız olarak Hz. Meryem’den dünyaya gelmesi konusunda Hristiyanlarla hemfikirdirler. Fakat Hristiyanların ona olan sevgilerinin aşırılığı sebebiyle onu tanrı olarak görmelerini reddederler. İslam, Allah’ın dışında hiçbir varlığı tanrı olarak kabul etmez ve bu anlayışı (şirk), en büyük günah olarak kabul eder. Hz. Muhammed, Hristiyanların içine düştüğü tehlike konusunda Müslümanları uyarmıştır.

2.3. Hz. Muhammed

Hz. Muhammed, Allah’ın gönderdiği son peygamberdir. 571 yılında Mekke’de dünyaya gelen Hz. Muhammed, küçük yaşta yetim ve öksüz kalmıştır. Onun bakımını önce dedesi Abdülmuttalip, onun vefatıyla amcası Ebu Talip üstlenmiştir. Gençliğinde amcasıyla birlikte ticaretle meşgul olmuştur.

Hz. Muhammed, çocukluğundan itibaren, güzel ahlakı ile toplumun beğenisini kazanmıştır. Onu takdir eden Mekkeliler, “Muhammedü’l- Emin (Güvenilir Muhammed)” sıfatını kendisine layık görmüşlerdir. Hz. Peygamber; yalan, aldatma, insanlara zulüm gibi huy ve davranışlardan uzak durmuş ve putlara tapmamıştır.

Hz. Muhammed, yirmi beş yaşında Hz. Hatice ile evlenmiş ve ticaretle uğraşmıştır. Mekke toplumunun şirk anlayışı ve kötü davranışları onu her zaman rahatsız etmiştir. Kırk yaşına ulaştığında ilk vahyi almış ve çevresindeki insanları İslam’a davet etmiştir. Bu davet karşısında Mekke’nin ileri gelenleri sert tepki göstermişler ve onu davetinden vazgeçirmeye çalışmışlardır. Bu çabalar onun tebliğini engelleyememiştir. Ona inanan insanların çoğalması sebebiyle de onu öldürmeye karar vermişlerdir. Bunun üzerine Hz. Muhammed, iman edenlerle birlikte 622’de Medine’ye hicret etmiştir. İslam dini Medine’de hızla yayılmıştır. Peygamberimiz vefat ettiği zaman Arap Yarımadası’nın büyük çoğunluğu Müslüman olmuştu.

Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed’in insanüstü bir varlık olmadığını ifade eder. Onu diğer insanlardan ayıran en önemli yön, Allah’tan vahiy almasıdır. Konuyla ilgili bir ayette, “De ki: Ben yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, ilahınızın, tek bir ilah olduğu vahyolunuyor.” buyrulur.

Hz. Muhammed, tüm insanlığa gönderilen bir peygamberdir. Bu nedenle o, insanlığa evrensel mesajlar getirmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.” buyrularak onun tüm insanlığın peygamberi olduğunu vurgulanmıştır. O, Hz. Âdem’den başlayan peygamberler silsilesinin son halkasıdır. Cenab-ı Allah, Ahzâb suresinin 40. ayetinde onun son peygamber olduğunu açıkça vurgulamıştır. “Muhammed sizden herhangi birinin babası değil; fakat Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur.” Ondan sonra başka bir peygamber ve Kur’an’dan sonra başka bir kitap gelmeyecektir. Kur’an, insanlık tarihinde orijinalliğini koruyabilen yegâne ilahî kitaptır.

2.4. Buda, Nanak, Parsva ve Mahavira

Budizmin kurucusu olan Buda, MÖ (563-483) tarihleri arasında bugün Kuzey Hindistan’la Nepal sınırları arasında bulunan bir bölgede yaşamıştır. Buda “aydınlanmış” anlamına gelir. Soylu bir aileye mensup olan Buda’nın asıl adı Siddharta (başarılı/gayesine ulaşmış), aile lakabı ise Gautama’dır. Buda’nın hayatı ile ilgili bilgiler, kendisinden sonraki dönemlerde oluşmuştur. Rivayete göre Buda’nın annesi Maya, Buda’nın doğumundan önce bir rüya görmüş ve bu rüyada ona doğacak olan oğlan çocuğunun ileride meşhur bir mürşit olacağı bildirilmiştir.

Buda’nın gençlik yılları, sarayda halktan uzak olarak mutluluk içinde geçmiştir.47 Ancak günün birinde saray
dışına çıkmış ve tanık olduğu dört durum, onun hayatında köklü bir değişime sebep olmuştur. Beli bükülmüş bir ihtiyar, acılar içinde kıvranan bir hasta, bir dilenci ve ölen bir kişiyi görünce bütün neşesini kaybetmiş ve hayatın
boş olduğunu düşünmüştür. Önce hayatın gaye ve anlamını öğrenmek için Hindu din adamları olan Brahmanlara
müracaat etmiştir. Fakat onlardan öğrendiği bilgilerden tatmin olmayan Buda, bir ormanda inzivaya çekilmiştir. Ormanda üzerinde bulunan mücevherleri çıkarıp hizmetçisine vermiş ve onu at ile geri göndermiştir. Saçlarını kökünden keserek suya atmıştır. Altı yıl boyunca hayatın anlamını öğrenmeye çalışmış ve sıkı bir züht hayatı yaşamıştır. Daha sonra bu derece ağır züht hayatı yaşamanın doğru olmadığı kanaatine vararak bu hayatı bırakmıştır. Bundan sonra hayatın gaye ve anlamını aramak için başka yollar aramıştır. Kendini tefekküre vermiş, uzun zaman hiç ayrılmadan “bodhi” denilen bir “incir” ağacının altında derin düşüncelere dalmıştır. Sonunda orada aydınlanmış ve kendisine aydınlanmış anlamına gelen “Buda” sıfatı verilmiştir. Buda, yedi yıllık bir arayıştan sonra hakikate ulaşmıştır. Buda, bu aydınlanmadan sonra ulaştığı hakikatleri başka insanlara da anlatmıştır. Kırk beş yıllık bir tebliğ faaliyetinin ardından MÖ 483 yılında vefat etmiştir.

Buda ile aynı asırda yaşayan Mahavira, Caynizmin kurucusu kabul edilir. Asıl adı Vardhamana (mutlu) olup MÖ 6. yüzyılda Hindistan’ın Bihar eyaletinde doğmuştur. Anne ve babasının ölümünden sonra, otuz yaşında ailesini terk ederek kendini züht ve riyazete vermiştir. On üç yıl süren sıkı bir riyazetle aydınlanmıştır. Bundan sonra ona Cina (Fatih) veya Mahavira (Büyük Kahraman) unvanı verilmiştir. O, ömrünün kalan kısmını, keşfettiği hakikatleri ve kendisinden önceki yirmi üç Tirthankara’nın öğrettiklerini yeniden yorumlayarak halka anlatmakla geçirmiştir. O, Parsva’nın dinî kurallarına bağlı olarak yaşamakla birlikte onun öğretilerini yenileyip geliştirmiştir. Asketizmi
(çilecilik) hayatının bir parçası hâline getiren Mahavira, MÖ 470’li yıllarda aralıksız oruç sonucunda
ölmüştür.

Nanak da Buda ve Mahavira gibi Hint Kıtası’nda yaşamış bir din kurucusudur. Nanak, 1469’da Pakistan sınırları içerisinde bulunan Lahor yakınlarındaki Talvandi köyünde doğdu. O, Hindu bir aileden olup yüksek bir kasta sahipti. Çocukluk dönemiyle gençlik döneminin bir kısmı bu köyde geçti. Çocukluğunda geleneksel Hindu eğitimi aldı. Köyünde evlendi ve iki çocuk sahibi oldu. Bir müddet sonra köyden ayrılarak Sultanbur şehrine gitti. Burada Müslüman bir idarecinin yanında çalıştı. Nanak, çoğunluğu Hindulardan oluşan Hindistan’da, İslam’ın insanlar üzerinde etkili olduğu bir dönemde yaşadı. Dolayısıyla hem Hindu hem de İslami gelenekten etkilendi. Nanak, boş zamanlarında inzivaya çekilerek derin düşüncelere dalardı. Rivayete göre günün birinde, yaratıcı, korku ve düşmanlıktan uzak, doğmamış, zatı ile var olan Tanrı’yı idrak etti. Bu gerçeği insanlara anlatmak ihtiyacını hissederek yaşadığı şehri terk etti. Çeşitli yerleri gezerek “tek ve gerçek olan Tanrı” hakkındaki görüşlerini insanlara anlattı. Vaazlarıyla meşhur oldu. Nanak’ın Hinduizm ve İslamiyeti sentezleyen fikirlerinden Sihizm adlı yeni bir din oluştu.

Nanak, Mekke’nin de aralarında bulunduğu dinlerce mukaddes kabul edilen mekânları gezdi. Hindu ve Müslümanlarla tartışmalara girdi. Gezdiği yerlerde gördüğü dine dayalı çatışma ve savaşlardan çok rahatsızlık duyarak insanlar arasında barış ve kardeşliği öne çıkardı. Nanak, Kartapur adlı köyde 1539’da vefat etti.

2.5. Konfüçyüs, Lao-Tzu, Zerdüşt

Konfüçyüs, Konfüçyanizmin kurucusu olup MÖ 551’de, Çin’de Lu eyaletinin Tsou şehrinde dünyaya geldi. O, Kung Fu-Tzu (üstat veya filozof Kung) olarak anılmıştır.

Konfüçyüs’ün yaşadığı dönemde toplumda iç çatışmalar bulunmaktaydı. O, insanlar arasında barışa büyük önem veriyor, toplumda barışı tesis etmenin eğitimden geçtiğine inanıyordu. Bundan dolayı genç yaşlarından itibaren kendini eğitime verdi. Konfüçyüs, geçmişten gelen bilge insanların söylediği hikmet dolu sözlerin, toplum barışı için çok önemli olduğuna inanıyordu. Bundan dolayı öğrencilerine geleneksel bilgileri öğretti. Toplumda bulunan kargaşanın sona ermesi için devlet idaresinde bulunan kimselerin bu bilgilere sahip olmaları gerektiğini düşünüyordu. Konfüçyüs, bu nedenle uzun yıllar pek çok şehirde saraydan saraya gezerek bu düşüncelerini yöneticilere anlattı.

Bir eğitimci olarak Konfüçyüs çok başarılı olmuştur. Öğrencilerini politikaya hazırlayan Konfüçyüs, onları edebiyat, tarih, felsefe ve ahlak eğitimi almaya teşvik etmiştir. Onun ideali, erdemli insanlardan meydana gelen erdemli bir toplum oluşturmaktı. Fakat hayatı boyunca bu özelliklere sahip bir toplum oluşturma imkânı bulamadı. Ona göre ideal bir insan; akıllı, cesur, nazik olup cemiyet ilkelerine bağlı; hırslı olmayan, mütevazı bir kimsedir. Konfüçyüs, MÖ 478 yılında vefat etmiştir.

Çin filozoflarından biri olan Lao-Tzu, MÖ 604’te Honan eyaletine bağlı küçük bir köyde doğmuştur. Gerçek adı Li Tan’dır. Lao-Tzu; ihtiyar bilgin, filozof veya yaşlı üstat gibi anlamlara gelmekte olup ona sonradan verilmiş bir sıfattır. İmparatorluk sarayında arşiv memuru ve tarihçi olarak çalışmıştır. Çocuk ve torun sahibi olan Lao, saray hayatından ve devlet işlerinden bıkarak münzevi bir hayat yaşamaya başlamıştır. Bu amaçla bir dağın yamacında bulunan bir kulübeye yerleşerek yıllarca burada yaşamış ve Tao-Te King (Doğru Yol Kitabı) adlı bir kitap yazmıştır. Lao, seksen yaşlarında bu kulübeden ayrılarak batı tarafına gitmiş ve Hotan denilen yerde ölmüştür.

Zerdüşt, MÖ 6. yüzyılda ortaya çıkan Zerdüştlük dininin peygamberi kabul edilmektedir. Onun hangi yıllar arasında yaşadığı kesin olarak bilinmemektedir. Avesta ve Yunan kaynaklarındaki bilgilerden onun İran’da yaşadığı anlaşılmaktadır. O, soylu bir ailenin üçüncü çocuğudur. Zerdüşt’ün yaşadığı dönemde halk, çok tanrılı bir din anlayışına sahipti. Mecusi kaynaklarına göre çocukluğundan itibaren sürekli bir arayış içinde olan Zerdüşt, yirmi yaşından itibaren sık sık ıssız ve dağlık yerlere giderek tefekküre dalmıştır. Zerdüştlük inancına göre Zerdüşt,
otuz yaşına geldiğinde, vahiy meleği Behmen kendisine görünmüştür. Bu karşılaşmada ilk vahyi alan Zerdüşt’ün ruhu, Behmen tarafından Ahura Mazdah’a götürülmüştür.

Bu ruhsal yükselme sırasında kendisine, feriştehler (melekler) saygı göstermişlerdir. Daha sonra Ahura Mazdah’ın huzuruna çıkan Zerdüşt “Hayır Dini”’nin hükümlerini öğrenmiştir. Ahura Mazdah evrendeki hareketlerden bahsetmiş ve ona cennet ve cehennemi göstermiştir. Ahura Mazdah, melekler tarafından göğsü yarılıp temizlenen Zerdüşt’ü gerçeği açıklayıp yaymakla görevlendirmiştir.

Zerdüşt, ruhsal yükselme sonrasında tebliğ faaliyetlerine başlamış; fakat başarılı olamamıştır. Halkı kendisine tepki göstermiş, onları tek tanrıya inanmaya çağırmasından bir netice alamadığı için ülkenin kuzey bölgesine göç etmiştir. Zerdüşt, burada bulunan Kral Viştaspa’nın bu yeni dini kabul etmesiyle inandığı hakikatı insanlara rahatça anlatabilmiştir. Fakat bir savaşta komşu ülkelerden biri Viştaspa’yı yenmiş ve bu savaşta Zerdüşt ölmüştür. Zerdüşt’ün getirdiği ilkeler onun takipçileri tarafından zamanla yozlaştırılmıştır.

3. Ahiret İnancı

İlk insandan itibaren insanoğlu sonsuzluk düşüncesine sahip olmuştur. Ölümsüzlük düşüncesi insanların büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmektedir.52 Ölümsüzlüğü en iyi ifade eden kavram, bu dünyadan sonra sonsuz bir yaşantı anlamına gelen ahiret kavramıdır. Dinlerin büyük çoğunluğunda, insanların dünyada işlediği ameller sebebiyle hesaba çekileceği ve amellerinin karşılığını göreceği inancı vardır.

 

Yapılan araştırmalar sonucunda hemen hemen bütün kültür ve dinlerde ahiret inancının bulunduğu ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte ahiret inancının mahiyeti, bütün kültür ve dinlerde aynı değildir. Her şeyden önce ahiret, insanın duyu organlarıyla algılayabileceği bir muhtevaya sahip değildir. Bu konu hakkında pek çok görüş ileri sürülmüştür.
Aristo, Platon, İbn-i Sina, Farabi ve Descartes (Dekart) gibi filozoflara göre ölüm sonrasında insanın ruhu ebedîliğe ulaşacaktır. İnsanın bedeni yok olacak; fakat sonsuz olan ruh yaşamaya devam edecektir. Dolayısıyla sonsuz hayat, insan ruhu için geçerlidir.

İbrahimî dinlerde ahiret inancının temelinde, başka bir dünyada bedenen yeniden dirilme anlayışı bulunur. Yahudiliğin kutsal kitabında ahiretle ilgili az da olsa bilgi vardır. Fakat ahirete iman konusunda açık ve net bir bilgi bulunmamaktadır. Sonraki dönemde İslamiyet ve Hristiyanlıktan etkilenen Yahudi bilgin Musa bin Meymun (Meymonides), on üç maddelik iman esaslarını oluşturmuştur. Bu maddelerin sonuncusu, “Tanrı’nın bildiği bir zamanda, ölümden sonra dirilme gerçekleşecektir.” şeklindedir. Ahiretle ilgili iman esasını Ortodoks Yahudiler kabul ederken kutsal kitaptan başka bir kaynak kabul etmeyen Sadukiler ise ahiret inancını reddetmektedir. Yahudi din bilginleri olan rabbilere göre ahirete inanmayanlar kâfirdir.

İslam, ahirete iman konusuna Yahudilik ve Hristiyanlıktan daha fazla yer verir. Ahiret kelimesi Kur’an’da pek çok yerde geçmektedir.  Ahiret gününe inanmak, İslam’ın iman esasları arasında yer alır. Ahirete iman önemli kabul edildiği için pek çok ayette Allah’a imanla birlikte zikredilir. Bu ayetlerin birinde şöyle buyrulur: “…Allah’a ve
ahiret gününe hakkıyla inanıp iyi işler yapanlar için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.” Peygamberimizin de konuyla ilgili pek çok hadisi bulunmaktadır.

Ahiret alemi; mahşer, cennet ve cehennemden oluşmaktadır. Mahşer, kıyamet koptuktan sonra bütün insanların toplandığı yerdir. Cennet mükâfatların cehennem ise cezaların verileceği mekânlardır.

İslam, Yahudilik ve Hristiyanlıktan farklı olarak dünya ve ahiret arasında bir denge kurmuştur. Nitekim Kur’an’da konuyla ilgili şöyle buyrulur. “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma…” Yahudilikte dünyaya vurgu yapılırken Hristiyanlıkta ise dünyanın, insanlar için bir sürgün yeri olduğu vurgulanır.

Hint dinlerinde sonsuz hayat, bu evrenin dışında bir yerde gerçekleşmeyecektir. Bu dinlere göre tabiat sonsuza kadar yaşayacaktır. Onlarda ölüm sonrasında, tenasüh (ruh göçü) anlayışı vardır.

Budizm, Hinduizmin karma yasasını ve tenasüh anlayışını kabul eder. Bu yasaya göre insanın şu andaki hayatı önceki yaşantılarındaki fiillerinin bir sonucu olduğu gibi gelecekteki hayatları da bugünkü eylemlere göre şekillenecektir. Dolayısıyla Budizme göre insanın kaderi, insanın kendi fiilleri ile belirlenir. İnsanın varlığının çeşitli bedenlerde devam etmesi (tenasüh) nirvanaya ulaşana kadar sürer. Bu yüzden amaç, ahireti kazanmaktan ziyade nihai kurtuluş olarak kabul edilen nirvanaya ulaşmaktır.

Hinduizme göre ise insan ruhunun çeşitli bedenlerde varolmaya devam etmesi, Brahma’ya ulaşmak suretiyle sona erecektir. Dolayısıyla Hinduizme göre yüce hakikati, (Brahma) idrak etmek suretiyle ruh, en üst mertebeye, mutlak huzura erişmektedir.

Zerdüştlük, ahiret inancından çokça bahseden bir dindir. Zerdüşt, vaazlarında sık sık yaklaşmakta olan hesap gününden bahseder. Zerdüştlük inancına göre mahşerde genel sorguya çekilmeden önce ferdî ruhlar hesaba çekilir. Eğer sevapları fazlaysa cinvat köprüsünü geçerek “ övgüevi” denilen cennete, günahları ağır gelirse bu köprüden düşerek onun altında bulunan, “yalanevi” denilen cehenneme gider. Sevap ve günahları eşit olanlar ise bu ikisinin arasında (arasatta) kalarak kıyamet ve hesap gününe kadar orada bekleyecektir.

Konfüçyüsçülükte ahiret inancı yoktur. Bir hüküm günü, kıyamet ve yeniden dirilme gibi kavramlara Çin dinlerinde pek rastlanmaz. Fakat Budizmin Çin’e girmesiyle beraber tenasüh inancı gibi bazı inançlar Taoizme geçmiştir.

Caynizme göre yaşadığımız dünya ezelî ve ebedîdir. Dolayısıyla pek çok dinde bulunan kıyamet anlayışı bu dinde yoktur. Fakat bu evrenin cennet ve cehennemleri bulunmaktadır. Cennetler, tanrıların bulunduğu yerdir. Cehennemler ise yerkürenin çok altında bulunmaktadır. Tekrar bu dünyaya gelme zahmetinden kurtulanlar ise gökler âleminin üzerindeki başka bir âlemde bulunacaklardır.

Sihler, kişinin fiillerinin gelecek hayattaki durumunu etkileyeceğine (karma) ve ruh göçüne (tenasüh) inanırlar. Onların cennet ve cehennem anlayışı birçok dinin cennet ve cehennem anlayışından farklıdır. Onlara göre cennet, Tanrı’nın mutlak hakikati ve sevgisinde fena (yok) olmaktır. Cehennem ise bu değerden mahrum kalmaktır.

Şintoizmde ruhun ölümden sonra yaşamaya devam ettiğine inanılır. Onlara göre öldükten sonra kişinin ruhu tanrıya dönüşür. Bu dinde ahiret inancına rastlanmaz.

3.1. Hesap Verme

İslamiyete göre Allah, insanların yaptıkları her şeyden haberdardır ve kıyamet koptuktan sonra onları hesaba çekecektir. Hesap sonunda iyiler mükâfatlandırılacak, kötüler ise cezalandırılacaktır. Konuyla ilgili bir ayette şöyle buyrulur: “Şüphesiz onların dönüşü sadece bizedir. Sonra onların sorguya çekilmesi de sadece bize aittir.”62 Diğer bir ayette bu konu şöyle ifade edilmiştir: “Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.”

Tevrat’da net bir bilgi bulunmadığı için bazı Yahudi mezhepleri ahirete inanmamaktadır. Hristiyanlıkta ise hesap verme biraz farklıdır. Hristiyanlarda imanın üçüncü esası, Hz. İsa’nın insanları hesaba çekmesiyle ilgilidir. Onların inancına göre oğul İsa’yı sağına oturtan baba, kıyamet gününde insanları hesaba çekmek üzere yetkisini ona verecektir.

Hesaba çekilme anlayışı Hinduizm ve Budizmde de bulunmaktadır. Hindu kutsal kitaplarının birinde, insanların amellerinin terazide tartılacağı, iyi amel sahiplerinin ödüllendirileceği, kötü amel sahiplerinin ise cezalandırılacağı belirtilmektedir. Fakat bu ceza ve mükâfat geçicidir. Budistlerde de olgunluğa ulaşamamış, dünyevi arzu ve ihtiraslarının esiri olmuş kişileri öldükten sonra amellerine göre Hindu ölüm tanrısı Yama yargılayacaktır.

Zerdüştlüğe göre ise kıyamet koptuktan sonra haşir başlayacak ve insanlar dünyadaki bedenleriyle dirileceklerdir. Tanrı Ahura Mazdah yanına Mehdi Saoşyant’ı alarak ilahî mahkemeyi kuracaktır. Adaletli bir şekilde iyilerle kötüler birbirinden ayrılacak ve iyiler cennete, kötüler cehenneme girecektir. Fakat cehennemde ceza arınmak için olup bir süre sonra onlar da cennete girecekler ve buradaki hayat sonsuz olacaktır.

3.2. Ceza ve Mükâfat

İslam’a göre insanlar dünyada işledikleri ameller doğrultusunda ahiret âleminde hesaba çekilecektir. Kıyamet koptuktan sonra mahşer hayatı başlayacak ve Allah adaletli bir hesaptan sonra insanları iman ve amelleri doğrultusunda cennet veya cehenneme koyacaktır. Konuyla ilgili olarak Mü’minûn suresinin 102 ve 103. ayetlerinde şöyle buyrulur: “Artık kimlerin (sevap) tartıları ağır basarsa işte bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin de tartıları hafif gelirse artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedî cehennemdedirler.”

Yahudiliğin kutsal kitabı Tevrat’ta ahirete imanla ilgili kesin bir emir bulunmamakla birlikte Yahudi din adamlarına göre ahirete inanmayan kâfir olur ve ebedî cehennemde kalır. Bu dünyada iyi ameller işleyerek ölen ise cennete gider. Dinî inanç esaslarını inkâr etmediği hâlde günahkâr olarak ölen ise cehenneme girer ve burada en fazla on iki ay kalır. Bu anlayışa Kur’an-ı Kerim’de şöyle değinilmiştir. “…Bize ateş, sadece belirli günlerde dokunacaktır…”

Hristiyanların ahiret anlayışına göre kişi, dünyadaki amellerinin karşılığını ölür ölmez görmeye başlar. İyi insan mezarda rahat ederken kötü olan ise azap çeker.67 Kıyamet sonrasında ise iyiler sonsuza kadar cennette kalmayı hak ederler. Asıl büyük ödülü elde edenler ise cennette Allah’ı görürler. Kötü insanlar ise şeytan ve yandaşları için hazırlanan cehennemde sonsuza kadar kalacaklardır.

Hinduizm ve Budizmde ceza ve mükâfat anlayışı diğer dinlerden farklıdır. Onlara göre evren sonsuz olup insanlar amelleri doğrultusunda mükâfat veya ceza görürler. Kötü fiil işleyenler öldüklerinde kötü varlıkların bedenlerinde varlıklarını sürdürürken (reenkarnasyon) iyi fiil işleyenler güzel bedenlerde varlıklarını sürdürürler ve bu durum nirvanaya ulaşıncaya kadar sürer.

Zerdüştlüğün mükâfat ve ceza anlayışı ilahî dinlere yakındır. Onlara göre haşir olayından sonra insanlar hesaba çekilecek ve iyi olanlar cennete, kötü olanlar ise cehenneme gideceklerdir. Cennettekiler pek çok nimetin içinde mutlu olurken cehennemdekiler azap çekecekler.

3.3. Ahiret İnancının Yaptırım Gücü

Dinlerin çoğunda ahiret âlemi sonsuzluğu ifade eder. İnsanların bu sonsuz hayatta mutlu veya mutsuz olması, dünya hayatındaki eylemlerle ilişkilendirilir.

Dinî anlayışlara göre ölmeden önce inandıkları değerler doğrultusunda güzel işler yapanlar, eşsiz mükâfatlarla ödüllendirilir. İnançsız veya kötü fiiller işleyen kimseler ise bitmeyen azap ve ıstıraba uğrarlar. Bütün dinler insanların bu dünyada güzel ahlaki değerlere sahip olarak yaşamalarını ister. Dinler, özellikle İslam dini, güzel eylemlerde bulunmakla Allah’a ve ahirete iman arasında kopmaz bir ilişki kurar. Bir ayette konuyla ilgili olarak Rabb’imiz, “Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar; hayırlı işlerde koşuşurlar. İşte bunlar iyi insanlardandır.”  buyurarak Allah’a ve ahirete inananların güzel fiillerde bulunurken kötü davranışlardan uzak durduklarını ifade etmektedir. Bir başka ayette ise bu konuya şöyle değinilmiştir: “Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa işte bunların çalışmaları makbuldür.”

Ahirete inananlar, geçici dünya hayatındaki davranışlarının ahiretteki konumlarını belirleyeceği fikrini benimserler. Dolayısıyla bütün dinlerin mensupları dinlerine gönülden bağlanarak güzel ahlaklı olmaya büyük önem verirler. Ahiret inancı onları yalan, hırsızlık, zina, zulüm vb. davranışlardan uzak tutar. İnanan insanlar üzerinde bu inancın yansımaları görülür. Ahiret inancı olmayan veya zayıf olan kimseler, hukuki yaptırıma uğramayacaklarını anladıklarında pek çok yanlış davranışlar ortaya koyarlar. Oysa ahiret inancı sağlam olan insanlar, kendilerini kimsenin görmediği yerlerde dahi yanlış davranışlar sergilemezler. Çünkü onlar, her şeyi gören ve fiilleri doğrultusunda insanları hesaba çekecek yaratıcıyı devamlı akıllarında ve kalplerinde bulundururlar.

4. Mehdi-Mesih İnancı

Mehdi ve Mesih kavramları, ahir zamanda ortaya çıkıp insanları içinde bulundukları olumsuz durumlardan kurtaracak veya bozulmuş olan dinleri düzeltecek kurtarıcılar için kullanılan kavramlardır. Mehdi ve Mesih tasavvuru hemen hemen tüm dinlerde bulunmaktadır. Yapılan araştırmalarda insanların bir kurtarıcı beklemelerinin temelinde psikolojik, sosyolojik, dinî ve siyasi etkenlerin bulunduğu ortaya çıkmıştır.

İnsanlar çok eski çağlardan beri kendilerini kurtaracak olağanüstü güçlere sahip yol göstericiler beklemişlerdir. Dinlerin çoğunda bu kurtarıcının gökyüzünden ineceği ve inmesinin hemen öncesinde tabiatta büyük değişikliklerin olacağı kabul edilmiştir. Bütün dinlerde mehdi, olağanüstü güçlere sahip bir hükümdar, peygamber veya Hinduizmde olduğu gibi bir tanrıdır.

Eski Mısırlılar da bir kurtarıcı bekliyorlardı. Onlara göre kurtarıcı, tanrı Re’nin göndereceği Ameni isimli bir hükümdar olacaktır. Eski Amerika yerlilerinden Azteklerde müstakbel kurtarıcı, ilahî bir hükümdardır. Mayalarda
beklenen kurtarıcının adı Kukulkan’dır. Her iki kavim de beklenen kurtarıcıların ahir zamanda geleceğine ve kendilerini düşmanlarından kurtararak ilahî adaleti sağlayacaklarına inanıyorlardı. Günümüzde yaşayan en eski din olan Hinduizmde beklenen kurtarıcı hükümdara Kalki adı verilmiştir. Hinduların inancına göre kurtarıcı Kalki, dünyanın zulümle dolduğu bir dönemde gelecektir. Hint kökenli diğer dinlerden biri olan Budizmde de ahir zaman kurtarıcısı beklenmektedir. Onlar bu kurtarıcıyı Maitreya diye isimlendirmişlerdir. Maitreya, kurtarıcı olarak gelecek, dünya rahmetle dolacaktır. Aynı zamanda Maitreya eksik kalmış olan Budizmi tamamlayacaktır.

Zerdüştlük dininde ise beklenen mehdi, Zerdüşt’ün soyundan babasız olarak dünyaya gelecek olan Saoşyant’tır. Saoşyant, dünyanın ömrü sona erdikten sonra zuhur edecek ve bin yıllık bir çalışmayla kötülüğe galip gelerek tanrı Ahura Mazdah’ı hâkim kılacaktır.

Habeşistan Hristiyanları kralları Theodor (Teodor)’un ahir zamanda kurtarıcı olarak geri döneceğine inanırlar. Moğollar da Cengiz Han’ın ölmeden önce halkına tekrar dünyaya geri döneceğini vadettiğine inanırlar. Onlara
göre Cengiz Han geri dönecek ve halkını Çin’in baskısından kurtararak özgürlüklerine kavuşturacaktır. Eski Çin kaynaklarında da mehdi tasavvurunu andıran “kurtarıcı” teması vardır.

Yahudiler beklenen kurtarıcıya Mesih ismini vermişlerdir. Onların iman esaslarından biri de ahir zamanda bir Mesih’in gelmesidir.

Tarihlerinde en görkemli dönemi Hz. Davut zamanında yaşayan Yahudiler bu dönemin özlemi içindedirler. Onlara göre Hz. Davut soyundan kral olarak gelecek olan Mesih, çeşitli yerlere dağılmış Yahudileri vadedilen topraklarda
toplayacaktır. Beklenen Mesih bu topraklarda tanrısal bir imparatorluk kuracaktır. Beklenen kurtarıcının döneminde Süleyman Mabedi yeniden inşa edilecek ve arzımevut, cennet bahçelerine dönecek, çöllerde akasyalar, selviler ve meyveler yetişecek, ağaçlar devamlı meyve verecektir.

Hristiyanlık, Mesih inancı üzerine kurulmuş bir dindir. Hristiyanlar Yahudilerin beklediği Mesih’in, Hz. İsa olduğuna inanırlar. Hristiyanlığa göre Hz. İsa, insanlığın evrensel kurtuluşu için çarmıha gerilerek ölmüş ve sonra göğe kaldırılmıştır. Ahir zamanda tekrar yeryüzüne inerek ilahî bir devlet kuracaktır. Hz. İsa’ya inananlar mutlu bir hayat yaşayacaklardır.

İslam’ın iman esasları arasında mehdi ve Mesih inancı yoktur. Kur’an’da mehdi veya Mesih’in geleceği konusunda ayet bulunmamaktadır. Bazı hadislerde mehdi kelimesi kullanılmakla birlikte en önemli hadis âlimlerinden Buhari ve Müslim mehdi konusundaki rivayetleri kitaplarına almamışlardır.

Müslümanlar arasında mehdi anlayışı ilk defa Emeviler Döneminde, Ebu Süfyan’ın vefatından sonra ortaya çıkmıştır. Müslümanlar da diğer dinlerde olduğu gibi bir mehdi beklentisi içinde olmuşlardır. Onlara göre Müslümanları birleştirecek, bozulmuş din anlayışını yeniden ihya edecek, İslam düşmanlarını yok edecek bir mehdi gelecektir. Bu inancı kabul edenlere göre mehdi, Hz. Muhammed’in soyundan gelecek ve onun ismini taşıyacaktır. Bu nedenle zaman içinde İslam coğrafyasında pek çok kişi mehdi olduğunu iddia etmiştir. Şiilerde mehdi inancı çok önemlidir. Onların inancına göre bir mehdi olan on ikinci imam ölmemiştir. Bir gün geri dönerek Müslümanların başına geçecektir. Müslümanlardan bir kısmı, Hz. İsa’nın, kıyametten önce yeryüzüne inerek Hz. Muhammed’in getirdiği din ile insanları belli bir zaman yöneteceğine ve daha sonra kıyametin kopacağına inanmaktadır.

5. Kutsal Kitap İnancı

İlkel dinler hariç bütün dinlerde kutsal kitap anlayışı vardır. Dinlerin en önemli unsuru olan kutsal kitaplar, dinlerin temelini, her tür dinî anlayış ve uygulamada çıkış noktasını oluşturur. Dinlerin büyük çoğunluğunda tanrı sözü sayılan kutsal kitaplar, inananlarca kutsal bir konuma sahiptir. İnsanlar bu kitaplara inanır ve hayatlarını şekillendirirken bu kitaplardan büyük oranda faydalanırlar. Bununla birlikte kutsal kitap inancı bütün dinlerde aynı değildir. Yahudiler sadece kendi kitaplarını kabul ederler. Hristiyanlar, kendi kutsal kitapları yanında Yahudilerin kitaplarını da benimserler. Onun nesholduğuna inanırlar; fakat Kur’an’ı kabul etmezler. Müslümanlar Kur’an’la birlikte Yahudi ve Hristiyanların kitaplarını da kabul ederler. Ancak bu kitapların daha sonraları tahrif edildiğine inanırlar.

5.1. Dinlerde Kutsal Kitaplar ve Kaynakları

Yahudiliğin kutsal kitapları, yazılı ve sözlü olmak üzere iki kısma ayrılır. Yazılı kutsal kitaplar, Türkçede Ahdi Atik olarak bilinen Tanah’tır. Tanah; Tora (Tevrat), Nevim (Peygamberler) ve Ketuvim (Kitaplar) bölümlerinden oluşmaktadır. Bu kitaplardan Tora’nın Hz. Musa’ya verildiği kabul edilir. Tevrat’ta, âlemin yaratılışından Hz.
Musa’nın vefatına kadar meydana gelen olaylar ve Tanrı’nın Hz. Musa’ya gönderdiği dinî kanunlar bulunur. Tanah’ın diğer iki bölümü olan Peygamberler ve Kitaplarda, Hz. Musa’dan sonraki olaylar ile diğer İsrailoğullarına indirilen
vahiyler bulunmaktadır.78 Hz. Davut’a atfedilen Mezmurlar (Zebur) ise Kitaplar bölümünde geçmektedir.

Geleneksel Yahudiler ve onların günümüzdeki takipçileri konumunda bulunan Ortodoks Yahudiler, Tevrat’ın Hz. Musa’ya indirildiği şekliyle korunduğu görüşündedir. Bunların dışında kalan pek çok Yahudi grubu, Tevrat’ın zaman içinde bazı değişiklilere maruz kaldığını kabul ederler.

Yahudi hahamlarının nesilden nesile aktardıkları sözlü rivayetlerin bütününe Talmut denir. Talmut iki kitabın teşekkülünden meydana gelmiştir. Bunlar Mişna ve Mişna’nın yorumu olan Gemera’dır. İlk dönemlerde yazılı olmayan bu eserler, kaybolmalarının engellenmesi için M 2. yy’dan sonra yazılı hâle getirilmiştir. Tüm bu kitapların oluşumundan meydana gelen Talmut bir anlamda Tanah’ın tefsiridir.

Ortodoks Yahudilere göre bu iki eseri de Tanrı, peygamberlerine bildirmiştir. Onların inancına göre bu kitapları inkâr etmek küfürdür.

Hristiyanların kutsal kitabı, Ahdi Atik ve Yeni Ahit’ten oluşur. Bu iki kitap Kitab-ı Mukaddes diye de anılır. Ahdi Atik, Yahudilerin kutsal kitabı olan Tanah’tır. Hristiyanlar Tanah’ı kutsal kitap olarak kabul ederler. Fakat Yeni Ahit’le birlikte onun hükmünün nesholduğu görüşünü benimserler.

Yeni Ahit’e ait bölümlerin yazılı hâle getirilmesi Hz. İsa’dan otuz yıl sonra başlanarak uzun bir süre sonucunda tamamlanmıştır. Dört İncil’den ilk üçüne içeriklerinin benzerliği nedeniyle “ Sinoptik İnciller” denir.

Hristiyan inancına göre Hz. İsa, tanrı kelamının cisme bürünmüş şekli olup bir peygamber değildir. Hz. İsa’nın yaptıkları ve söyledikleri, ilk önce Hz. İsa’nın arkadaşları tarafından hafızalarda tutulmuş, sonraki nesillere de sözlü olarak aktarılmıştır. Daha sonra bunlar yazılmaya başlanmıştır. Bu aşamada yüzlerce İncil nüshası ortaya çıkmıştır. Kutsal ruhun yönetimindeki din adamları topluluğu, dört İncil’in de içinde bulunduğu yirmi yedi İncil’i kabul ederek
bunların lafız olarak değil, mana olarak vahiy kaynaklı olduğunu benimsemişlerdir. Diğer İncil nüshalarını ise imha etmişlerdir.

Hristiyanlara göre mevcut İnciller arasında da birbirini tutmayan ifadelerin bulunması normaldir. Çünkü bu İncillerdeki ifadeler, Hz. İsa’ya vahyedilmiş değildir. Bunlar, kutsal ruh denetiminde bulunan kişiler tarafından yazılmıştır. Her İncil yazarı, kendi gördüklerini ve duyduklarını yazmıştır. Dolayısıyla İnciller arasında birtakım farklılıkların olması doğaldır.

İslam’a göre aslı bozulmamış tek ilahî kitap Kur’an’dır. Bu kitap Hz. Muhammed’e (610- 632) yılları arasında nazil olmuştur. Kur’an ayetleri bizzat Peygamberimiz zamanında yazılı ve sözlü olarak korunmuş ve bu ayetler Peygamberimizden sonra Hz. Ebu Bekir Döneminde kitap hâline getirilmiştir. Hz. Osman zamanında çoğaltılan Kur’an nüshaları günümüze kadar hiç değişmeden gelmiştir. Kur’an dışında hiçbir kitap orjinalliğini tamamen koruyarak günümüze kadar gelememiştir. Kur’an, kendinden önceki kitapları doğrulayan ve onları tamamlayan son ilahî kitaptır. Allah, Kur’an-ı Kerim’de insanların ihtiyaç duyacağı konulara yer vermiş ve bütün insanlar için onu yegâne uyulacak kitap olarak kabul etmiştir. Dolayısıyla zaman ve mekânla sınırlı olmaksızın Kur’an herkese gönderilmiş ilahî bir kitaptır.

Hinduizmde çok sayıda ve hacimli, dili Sankristçe olan kutsal metinler vardır. Bu metinler iki kısma ayrılır:

1) Sruti Metinler: Bunlar vahye ve ilhama dayanan metinlerdir. Bu metinler içinde en önemli olanlar Vedalardır. Bunların “rişi” denilen kutsal kimselere vahyolunduğuna inanılır. Vedalar, Hindu inancının temel kaynaklarıdır. Vedaların yanında, Brahmanalar, Aranyakalar ve Upanişatlar da Sruti metinlerdendir.

2) Smriti Metinler: Vedalar üzerine yapılan yorum ve destanlardan oluşur. Bunlar nesilden nesile sözlü olarak aktarılmıştır.

Budizmin kutsal metinleri Pali dilinde yazılmış Tripitaka (Üç Sepet)’dır. Tripitaka; Vinaya-Pitaka, Sutta-Pitaka ve Abhidhamma-Pitaka’dan meydana gelmiştir. Bu metinler Buda’dan çok sonra yazılmış metinlerdir.

Caynizmin kutsal metinleri, Agama veya Siddhanta diye adlandırılmıştır. On bir bölümden meydana gelir. Mahavira’dan çok sonraları yazılmıştır.

Sihizmin kutsal kitabı “Adi-Grant” tır. Metin sadece Nanak’a ait değildir. Onda Ferit ve Kabir’in şiirleri de bulunmaktadır.

Zerdüştlüğün kutsal kitabı Avesta’dır. Bu kitap üç bölümden oluşmakta olup bunlar; Yesna, Yeşt ve Videvdat’tır. Zerdüşt’e nisbet edilen “Gathalar” Yesna’nın içinde geçmektedir.

Konfüçyüsçülüğün kutsal metinleri, beş klasik ve dört kitaptan oluşur. Beş klasik; Şiir, Tarih, Ayin, Değişiklikler, İlkbahar ve Sonbahar’dan oluşur. Dört kitap ise Konfüçyüs’ten Seçmeler, Orta Yol Doktrini, Mensiyus’tan Seçmeler ve Büyük Bilgi’den meydana gelir.

Taoizmin kutsal kitabı, “TaoTe-King” (Doğru Yol Kitabı) diye adlandırılmıştır. Anlaşılması oldukça zor, mistik bir eserdir. Taoizmle ilgili yazılan diğer kitapların esin kaynağı bu kitaptır.

Şintoizmde vekayiname türünde iki kitap bulunmaktadır. Bunlar da “Kojiki ve Nihongi” dir. 712 yılında yazılmış olan Kojiki’nin yorumu olan Nihongi ise 720’de kaleme alınmıştır. Bu eserlerde tanrıların kaynağı, insanlığın başlangıcı, imparator ailesinin ve devletin ilahî kaynaklı olması gibi konular ele alınır.

5.2. Kutsal Kitapların Dinlerdeki Yeri ve Otoritesi

Kutsal kitapların dinlerdeki yeri ve otoritesi, her dinde aynı değildir. Bazı dinlerde kutsal kitaplar, ibadet ve ayinlerde dua kitabı olarak kullanılır. Yahudilerin Tanah’ı, Hristiyanların Kitab-ı Mukaddes’i, Müslümanların Kur’an-ı Kerim’i buna örnek verilebilir. Dinî esasların yorumlanması ve uygulanmasında ise genellikle tefsir niteliğindeki diğer kitaplara başvurulur. Çünkü geleneksel anlayışa göre herkes, birinci dereceden kutsal kitapları anlayıp yorumlayamaz.

Yahudi geleneğine göre yazılı kutsal kitap Tanah’ı okuyup yorumlamak herkesin işi değildir. Bu, özel tefsircilerin işidir. Bundan dolayı, tarih içinde sözlü kutsal metinlerden olan Talmut ön plana çıkmış ve dinî kuralları öğrenmek isteyenlerin Talmut’a başvurması öğütlenmiştir. Bu nedenle, Talmut’un otoritesini tanıyan Yahudiler, dinî nas kaynağı olarak Talmut’a başvururlar. Talmut’un otoritesini kabul etmeyenleri küfür işlemiş sayarlar. Günümüzdeki Ortodoks Yahudiler bu anlayıştadır. Diğer Yahudi mezheplerine bağlı olanların hepsi bu görüşü benimsemez.

Kitab-ı Mukaddes’in Hristiyanlıktaki yeri ve önemi Hristiyan mezheplerine göre farklılık gösterir. Katolik mezhebine bağlı olanlar, Kitab-ı Mukaddes’i Hristiyanlıkta tek otorite olarak kabul etmezler. Onlar, kilise babaları adını verdikleri din bilginlerinin yorumlarını esas alırlar. Kitab-ı Mukaddes’i bu yorumlara göre anlarlar. Bu bakımdan Katolik mezhebinde kilise geleneği de denilen dinî gelenek Kitab-ı Mukaddes’ten önce gelir. Buna karşılık Protestan mezhebinde sadece Kitab-ı Mukaddes esas alınır. Kilise babalarının yorumlarına ve kilise geleneğine itibar edilmez.

İslam dininde Kur’an-ı Kerim temel kaynaktır. İslam’ın inanç, ibadet ve ahlak esasları Kur’an -ı Kerim’e dayanır. İslam dini Kur’an’ı her Müslüman’ın anlayarak okumasını ister. Ancak İslam bilginlerine göre Kur’an-ı Kerim’in kendine has üslubundan dolayı Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması her zaman kolay olmaz. Hadisler, bu esasların yorumlanmasında ve uygulanmasında Müslümanlara yol gösterir. Bu bakımdan hadisler, İslam dininde
ikinci temel kaynağı oluşturur. Bunun yanında Kur’an-ı Kerim’i tam olarak anlayabilmek için tefsir ve fıkıh usulü bilginlerinin tespitlerinden de yararlanılır. İslam’da Kur’an yegâne mukaddes kaynaktır. İslam âlimlerinin eserleri, aydınlatıcı olmakla beraber Yahudilik ve özellikle Hristiyanlarda olduğu gibi mukaddeslik taşımaz.

Hindularda dinî inancın kaynağını Sruti denilen kutsal metinler oluşturmakla birlikte, halk arasında daha çok Smriti metinler yaygındır. Özellikle destan niteliğindeki Mahabbarata ve Ramayana isimli kitaplar Hindular tarafından geniş kabul görmektedir.

 

DHBT Sınavı
22.09.2024
0
Gün
0
Saat
0
Dakika
0
Saniye